Popüler Yayınlar

30 Kasım 2011 Çarşamba

İNSANLIGA VE BANA


Bir farenin yaşamına kim özenir ki? Kim bir fare gibi ölmek ister? ben isterim. ama her fare olmaz. özel olmalı .bir kobay fare gibi mesela. insanlık için bir yararım olmalı. bunu yaparken kimseye bak ben bunu yapıyorum sadece insanlık için yapıyorum demeden, hatta bir fare kadar habersiz olmalıyım bu işten . insanlar da benden habersiz evet insanlık için çalışıyorum ama onlar benden habersiz. onlar beni umursamıyor bile sadece yaşamamı sağlıyorlar kendileri öldürünceye kadar
Kaç bin insan kurtulur ben ölünce ?hangisi teşekkür etti bana? hangi şair yazdı şiirimi yada romanım var mı benim gibi  soruları sormadan bir fare gibi yaşayabilir miyim ben?                  
Bir fare gibi yasayabilir mi insan? kendi alanıma girildiği zaman yeraltına ufak deliklere saklanabilir miyim onlara görünmemek için. yiyecek için dışarı çıktığımda yani kendi alanımda yaşam yerimde öldürmeye çalışırlarsa beni.  sırf benden rahatsız oldukları için ya da benden tiksindikleri için.
Benim tek derdim yasamakken bir insan beni öldürürse kendi istemediği için.bir fare olsam kaldırabilir miyim böyle bir yükü? insanlar bu kadar bencilken bu kadar mütevazi kalabilmeyi.
Bir fare olunca bir takım haklar ister miyim acaba? yaşama hakkı mesela . bazen aklım karışınca ya da ufak tefek hırsızlıklar için girdiğim evlerde beni öldürmek yerine farklı yollara başvursalar. Affetseler mesela bir dilim peynir verip 2- 3 de bilmiş söz söyleseler bana. Özgürlük hakkı istesem mesela. Evde beni kapattıkları cam fanuslardan hava almak için dışarı çakma hakkım olsa. Çok şey istedim galiba.  Evet  evet  ben sadece bir fareyim bu kadar hakkım olamaz.
Bir şeyi atladım yine . peki fareler beni kabul ederler mi aralarına? Belki de bana güvenmezler ben bile güvenmezken insanlığıma. Şüpheye düşerler belki de ben beyaz farelerin üstünlüğünü dünyaya haykırırken gri fareler ne yapar diye. Doğulu fareler batılı fareler diye ikilik çıkarırım belki de . fare olunca böyle düşünceleri bırakır mıyım bilmiyorum. Ama insanken her tarafımda bu düşünceler var . evet ben bir insanım fareliğe özenen  bir insan…….

Geçmiş... ken'li geçmiş zaman

Çok eskiden okuduğum bir kitapla yüzleşme fırsatı buldum bu gün iskandinav yazar Thorvald Steen'in Tozkoparan adlı eseriydi. Saladin'e hayranlığımın ilk sebebi ...
arsından çıkan bir kağıt oldukça heyacanlandırmıştı beni bu benim ilk karaladığım kağıtlardandı 
heyacanımı mazur görün :

Çağ kılıf peşinde zamana,
 herşey yerinde ancak bulaşık kirli.
İmam,abdestiyle iştigal.
Sermaye insan öldürüyor boş vakitlerinde,
çağ haklı kılıf konusunda deneme!! dönmez yolundan. 
İmam abdestinden oldukça şüpheli
 söylemezsen bilmez kimse 
Ferhat yerine asker dağları deliyor bizim burda 
aşk bir yana,kardeşliğe inat 
silah;kin,nefret ve namustan ibaret.                                                     (temmuzun 22'si senelerden 2006)

23 Kasım 2011 Çarşamba

Aşiyana Mektup,O Koca Gövdeli Ağacın Altında Yazana...

Albayım, sana bu hanımefendiyi anlatmaya çalışırsam eğer utanırım. Çünkü albayım ben acıları arka plana atarak anlatamıyorum bilmem hatırlarmısın albayım bir hayalet Oğuz vardı.evi olmayan yastık altını bilmeyen  belkide devletle bağı ona kimlik sorunlar kadar hıh evet o albayım askerde vereceklerdi onu sizin tabura gösterecektiniz devletin kac bucak olduğunu evet albayım o. onun gibileri bize hatırlatan hanımefendi .onların hala var olduğunu düşündükçe bu memlekette yaşama isteğim artıyor,Aşiyanda albayım o koca ağacın altında yüz üstü yatıyor görmek istemediği o kadar şey var ki albayım...
Yıldırım Türker'den Mektup Var... (şuraya bir imza,teşekkürler Prenses...)
sana bu gecikmiş mektubu yazmaya oturduğumdan beri belleğime bir fotograf gibi kazınmış olan o görüntüden kurtulamıyorum. üstünden on yıllar geçmiş. ankara’dayım henüz. edepsizcesine gencim. hayat, sanki her köşebaşında pusu kurmuş, bana serüvenler hazırlıyor. yüreğim ağzımda geziyorum sokaklarda. bir gece, neden çağrılı olduğumu hatırlayamadığım bir evde... birkaç kişiyiz. önden giriyorum. salona adımımı attığım anda bir film karesine sızmışlık duygusu. boş salonda, geniş kanepede tuhaf bir kedi uyumuyla oturan ince, sarışın bir kadın. nedense o an; seni ilk gördüğüm an belki de yakalayabildiğim tek an. sonrası hep izini sürmek oldu. pavese’nin izini sürdüğün gibi.
sen zürih’e giderken yazışmaya karar vermiştik. belki bir kitap yaparız sonra, demiştin. ama olmadı. notlarından birinde diyorsun ki, “özlem duygusu bende giderek ölüyor. ancak çok sık gördüğümü ya da ölenleri özlüyorum. ardından ‘kalanlar’ adıyla basılan kitabında en yoğun şiddetle hissettiğim cümlelerinden biri bu oldu. sana yazamadım. sen de yazmadın. işte ben seni şimdi çok özlüyorum.
seni özledikçe unutuyorum. gün günden sisler içinde yitip gidiyorsun. bellek yitimi gibi. seni unutuyorum. yazdıkların, senden bağımsız metinlere dönüşüyor. o an korkuyla fark ediyorum, onları yazan insanı hiç tanımamışım gibi merak ettiğimi. yazdıklarını yeniden okurken, onları yazan yazarı, insanı, kadını, tanımadığım o kişiyi kafamda kurarken yakaladığım oluyor kendimi. sarışın, ince bir kadın kuruyorum. yine güzel, yine şaşırtıcı boğuk bir sesle kesik kesik konuşup sigaralar içen bir kadın. kendimi yakaladığım zaman senin yazdıklarına ne kadar benzediğini düşünüyorum.
seni hatırlamak, gitmek gibi bir şey. belki hep ‘gitmek’i yazdığın için. can yakıcı.
bir yanıyla da yük atar gibi, ama her şeyi terk ederken dahi durmadan dönüp ardına bakan insanların gidişi gibi. bir daha hiç geri dönmeyenlerin gidişi gibi.
‘çocukluğun soğuk geceleri’nde, ‘pazar günleri... şimdilerde... sokak aralarından geçerken... gözüme picamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim... evlerin pencere camları buharlanmışsa... odaların içine asılmış çamaşırlar görürsem... bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayınlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek... isterim hep” yazan, çoktan gitti.
“bir ana ve babadan olma değilim... doğumum bile bir kökünden kopma idi. köklerimi hiç aramadım. içerisinde severek yaşayabileceğim arka dünyalardan kopma köklerim olabilirdi. annem ve babam gibi, tüm kentler, ülkeler, günler, geceler, her gökyüzü de yabancı kaldı bana” diyordun notlarında.
şimdi şu dünyayla barışmışların çağsamayla andığı o korkunç sıkıntıyı, o orta sınıf cehennemini, kendine hiç acımadan, bir tek sen yazdın. kuşağının, sınıfının, bütün güdük oyunların mızıkçısıydın.
çocukluğunun geçtiği yerlerde gezindim birkaç kez. çelebi apartmanı’nı aradım. o yangın mahallelerini aradım. saat kulesinin önündeki alandan kalkan otobüslere bakıp seyahat edenleri gıptayla seyreden, içinden ‘bir gün uzak dünyaları ben de tanıyacağım’ diye geçiren o küçük kızı aradım durdum. o eski yangın mahalleleri bütün şehir gibi değişmişti. oysa o can sıkıntısı, o küçük kız çocuklarının üstüne basan hayat olduğu gibi sürüyordu.
öğretmenleri, doktorları, babaları ve polisleriyle üstüne saldıran dünya seni acıttıkça yazdın. yazı, sana hep acı verdi. yazarken adeta fiziksel bir acı çektiğini anlatmıştın bana. yazıyı sorguladın. sözcükler sana hiçbir zaman yetmedi. ama onlardan başka sığınacak yerin yoktu.
seninle uzun uzun deliliği konuşmuştuk.
hep dünyanın kıyısından sarktın.
elektriğin sağaltıcı gücüne büyük inanç besleyen iktidara çarptın. yenilmedin. hep kendin oldun. sonuna dek kendini ‘buzda bir balık’ gibi hissettin. hep,
‘bağımsızlık, özgürlük, uyum sağlamak zorunda olmamak’dı özlemin. kısa yaşadın. hayatından olağanüstü bir güzellik kaldı geriye. şimdi sana ancak pavese için yazdıklarını tekrarlayabilirim: tezer özlü; “bu kahrolası yeryüzünün büyük yalnızı. seni ne denli seviyorum
                       Bu yazı 30 ağustos 2008 günü Yıldırım Türker'in Radikal gazetesi'ndeki köşesinde yayınlanmıştır... 
link : http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=896133&Yazar=YILDIRIM%20T%DCRKER&Date=30.08.2008&CategoryID=97